27 Ağustos 2014 Çarşamba

Sol sen ne kadar da kötü birşeymişsin, keşke hiç olmasaymışsın! Bir kitabın analizi; Yoldaşını Öldürmek

"Bedri öldükten
İki sene
Beş ay
Yirmi gün sonra
Parti kararıyla itibarı iade edildi
Ateş emri veren komutan duydu
Bedri yoldaş duymadı."

Uzun zaman önce izlediğim “Kapımdaki Düşman” adlı filmin açılış sahnesinde Volga nehrini geçen Sovyet askerlerinin Stalingrad'a giriş anı gösteriliyordu. Bu sırada, bulundukları teknelerden atlayıp karaya çıkmak istemeyen, geri dönüp kaçmak isteyen Sovyet askerlerinin üstleri tarafından vurulmaları o gün bana çok ters ve saçma gelmişti.

Bir devrimci başka bir devrimciyi nasıl vurur?

Nasıl bu şekilde aynı yoldaşını öldürebilir?

Ancak aynı dönemde hem okudğum kitaplar hem de konuştuğum insanlardan bu durumun gerçek olduğunu anlamıştım.

Evet, bir devrimci, daha bir kaç saat önce yanyana çay içtiği bir yoldaşına bunu yapabilirdi. Hele ki savaş ortamında isen bu daha yakıcı bir gerçek olarak ortada duruyordu. Ancak bu yapılanların hepsi doğru, hepsi iyi değildi. Olmuyordu da. Savaş ortamında, kısıtlı imkanların arasında yapılan bu tip eylemlerin içinde en dikkat çekeni ise, “hain, işbirlikçi” gibi tanımlar ile insanların öldürülmesidir herhalde. Bir insan nasıl hain olur, nasıl hain suçlaması ile karşılaşabilir. Bugüne kadar bununla alakalı ciddi bir araştırma olduğunu sanmıyorum. Insanın nasıl o güne kadar büyük bir inançla savunduğu bir düşünceyi bir anda terk etmesi ciddi araştırmaların, ciddi yoğunlaşmaların sonucu ortaya çıkacaktır.

Pişmanlık!

Bir şeyden vazgeçmenin, o güne kadar yaptığı bir eylemin (eylem geniş anlamıyla kullanıldı) ardından onun yanlış olduğuna, yapılmaması gerektiğine ve yapmış olmanın suçluluğuna ilk adım. Aslında çok insani bir duygu pişmanlık. Herkes pişman olabilir, olmuştur da. Pişman olmanın hiçbir yanlış yanı yok ancak sorun sonradan pişmanlık duygusunun yerini alan duygu ve davranışlarla başlıyor.

Pişman olan insan için yapılacak iki şey vardır; birincisi bu pişman olduğu eylemi veya davranışı sorgulayıp onu düzeltme yoluna gitmek, ikincisi ise, bu eylem veya davranışı birilerinin üzerine atıp kendi eksikliklerini, kendi hatalarını saklamaya çalışmak. İhanet'te bu noktadan sonra başlıyor zaten. Ihanet eden insan kendi pişmanlıklarını başkalarının üzerine yıkıp, içinde olduğu o "ihanetçilik" sıfatından kendince kurtulmak ister. Bunun içinde elinde olan her imkanı kullanır.

Yoldaşını Öldürmek kitabının yazarı da bunu yapıyor işte. Elinde olan her imkanı kullanarak, üzün bir dönem savunduğu görüşlerin ne kadar da yanlış, ne kadar da kötü olduğunu, aslında bu görüşlerin insanı insanlıktan nasılda çıkarttığını ispat etmeye çalışıyor. Bunu yaparken de kitabın her satırında kendini aklamayı unutmuyor.

Aslında kitap uzun zamandır çok tartışılmayan bir konuyu, örgütlerin içinde gerçekleşen infazları, infaz edilenlerin hikayelerini anlatmak amacıyla çıktığını söylüyor. Kitap içerisinde 12 kişinin hikayesi var. Bunların hepsi örgütler tarafından "hain", "işbirlikçi", "devrim kaçkını" gibi suçlamalarla infaz kişiler. Bu kişilerin bazılarının daha sonraları itibarları iade ediliyor. Ölüm emrini veren parti hatasını kabul ediyor. Bu infazlar, bu infazlarda yaşanan yanlış tutumlar saklanmayacak, itiraz edilmeyecek kadar açık. Ancak burada yazar, öldürülen bu insanların hesaplarını sormuyor, sormak istediğini de sanmıyorum. Kitap daha ilk sayfalarından itibaren yazarın kendini aklama çabasına bir araç olmaktan öteye geçmiyor. Bu aklama çabasında da devrimci örgütler tamamen "şeytan", "devletle anlaşmış, insanların beyinlerini yıkayarak kullanan" ucube örgütlere dönüşüyor. Kitabın başlarında cezaevleri için devletin yıllarca müdahale etmek için kullandığı "örgüt kampı" tabirini kullanarak tarafını belli eden yazar, içeride örgüt yöneticilerinin hiçbir şekilde eleştirilemediğini, tanrı gibi görüldüğünü ima ederek, hatta söyleyerek herkesin de bu durumu kabullendiğini ancak bir tek kendisinin karşı çıktığını açıklıyor. Yazar bununla da kalmıyor, daha ilk sayfalarda örgütleri devlet ile işbirliği içinde olmakla suçluyordu.

"Devlet dışarıda dağda hergün katliamlar yaparken, hapishanede bizlere neden dokunmuyor ya da dokunamıyor? Bu sorunun cevabını bulamıyordum. Hapishaneydik ama kapatmanın dışında devletin memurları iç yaşamımıza dokunmuyordu, adeta aradan çekilmişlerdi.(..) Örgüt sorumlularına sorsanız, "direnerek kazanlık bu hakları" diyorlardı. "

Direnerek hiçbir şeyin kazanılacağına ikna olmayan yazar bu konuya delil olarakta yaşanan infazları gösteriyordu. Ancak nedense yazar, dünyanın her yerinde devrimci tutsakların direnerek bir çok şeyi kazandıklarını görmezden geliyor, hiç bunlardan bahsetmiyordu. Kitabın başka bir bölümünde ise bu inanmadığı direnişle kazanılan haklardan biri olan -ölüm orucu eylemleri sonrası kapatılmıştı- tabutluklarıyla ünlü Eskişehir cezaevinin yeniden açılmasını da devrimci örgütlerin yanlışlarından biri olarak gösteriyordu. Direnerek birşey kazanılmaz diye düşünüp sonra da kazanımları kaybediyorlardı diye eleştirmekte yazarın sosyalistleri karalama da nasıl ileri gittiğini gösteriyordu.

Yazarın anlattığı ilk infazın yanlışlığına dair delil olarak o dönemde cezaevine giren Yalçın Küçük'e polisin söylediklerini göstermesi ise kitabın objektif olmadığını gösteriyor. Polisin insanı nasıl yanlış yönlendirdiğini, işkencelerde insanlara yalan yanlış ifadeler imzalattığını görmezden gelerek çok rahat bir biçimde kendisine delil olarak kullanmaktadır. Burada kısa bir ara verelim; uzun zaman önce bir kitap okumuştum, "Kürt Halkına Karşı Nasıl Savaştık" adında kısacık bir kitaptı. Bir askerin Kürdistan da yaşadıklarını, tanık olduğu infazları anlattığı bir kitap. Ancak kitabın her yerinde, her satırında yazan askerin "ben katılmadım", "ben bunları yapmadım" cümlelerine tanık olabilirdiniz. Yazar, bu suçlardan pişmanlık duyup bunları açıklarken kendi üzerindeki suçları da başkalarına atmakta hiçbir sakınca görmüyordu. Tıpkı bu kitapta olduğu gibi.

Yazar, kitabın her satırında devrimcilere, devrimci örgütlere kinini kusmaktan geri durmuyor. Sorgul'un infazının anlatıldığı bölümde PKK içerisinde kadına eziyet edildiği, kadının hor görüldüğü gibi imalar ise tam anlamıyla yazarın içinde bulunduğu içler acısı durumu gözler önüne seriyor. Tıpkı bir zamanlar çıkan "PKK de kadın olmak" kitabında anlatılan ve devletin söylemiyle birebir uyum sağlayan yalan yanlış hikayeler gibi.

Kendisini her şekilde işin dışında tutan, partiyi eleştirenlerin infaz kararının verildiğini söyleyen yazar, kendisinin nasıl olup bu infaz cenderesinden kurtulduğunu ise açıklamamıyor. Bunun yerine tek doğrunun kendisi olduğunu, kendisinin dışında hiç kimsenin doğru söylemediğini, kimsenin o infazlara ses etmediği söylüyor, hatta kitabın bir yerinde bu iddialarını daha da ileriye götürerek;

"Özgürlük mücadelesi veren bir örgüt, ironik biçimde köle insan yaratma çabası içindeydi" sözleriyle nerede durduğunu da belli ediyordu. Bununla da durmayan yazar, üyesi olduğu iddiası ile yakalandığı partiden ihraç edilip başka bir cezaevine gönderilmesini de örgütün devletle anlaşmasına bağlıyor, bunu da yine kendine çevirmeyi ihmal etmiyordu.

"Örgüt hapishane idaresine baskı uyguladı, devletle anlaştı, beni örgütlerin olduğu bri hapishaneye değil, buraya göndertti.(..) Hayatımda örgütle devletin bir konuda uzlaştığını gördüm, o da benim durumumla ilgiliydi"

Örgüt içi infazları anlatma iddiasıyla ortaya çıkan kitap, yazarın kendisini övdüğü, devrimci örgütlere sövdüğü, devlete ise "ayıp olmasın" diye dokunduğu bir kitaptan öteye geçmemiş durumda.

Kitabın bir yerinde mahkemeye çıktığı bir yerde devrimci örgütlerin kendisini istemediğini görünce yıkıldığını söyleyen yazar, orada bir adli tutsağın kendisini yanına çağırması ile kafasında bir çok şeyin değiştiğini, adli tutsakların daha insan olduklarını gördüğünü söylüyor. Bununla da yetinmeyip, yozlaşma anlamında bir eleştiri kavramı olan "adlileşme" kavramını da örgütlerin insanları aşağılamak için kullandığından bahsediyor. Kendi geçmişine bu kadar söven, bu kadar geçmişini aşağılayan insana ne denir biliniyor. Sırf devrimci bir örgüte saldırmak için, yapmadıklarını yapmış gibi göstermek tam anlamıyla aymazlıktır. Art niyetli yaklaşımdır. Zaten kitabın tamamında da bu kendini açıkça göstermektedir.

Tabutluklara, cezaevlerinde hat safhaya ulaşmış baskılara karşı yapılan ölüm orucu ve süresiz açlık grevi eylemlerine bakışı bile bunu tek başına göstermektedir. Kitabın sonlarında ele aldığı ölüm orucu direnişini yazar şu sözlerle açıklıyor;

"Bu ve buna benzer nedenlerden ötürü, 96 ölüm orucunun hapishanelerdeki kötü uygulamalara karşı yapıldığını düşünmedim hiçbir zaman. Bu eylemin asıl iki büyük amacı vardı. Bunlardan biri, iktidar oldukları Bayrampaşa hapishanesi gibi hapishanelerde var olan durumu korumak, dışarıda ise sürekli polis operasyonlarıyla darbe yiyen, örgüt içi bölünmeler sonucunda ise küçülen ve dağılma noktasına gelmiş olanların, içeriden direnerek ( gerekirse bunun için ölerek) dışarıdaki örgütü kurtarma girişimi olarak değerlendirmek bana daha gerçekçi gelmiştir"

Yazar bu alıntıda da belli olduğu gibi kendini aklama uğruna ölen insanları çok rahat bir biçimde kullanmaktadır. Burada şunu da söylemekte yarar var, derdim bu ölümler olmamıştır ya da hepsi haklıdır demek değil, böyle birşeyi söyleyemem de! Bu ölümler oldu ve bu ölümlerin bazıları gerçekten haksız yere oldu. Bu ölümlerin hatta sadece bu ölümlerin değil, bütün yanlışların araştırılması, ortaya çıkarılması gerekli. Ama bunlar üzerinden birileri kendilerini aklamamalı! Ölen bu insanların üzerinden kendini aklamaya çalışmak, yanlış uygulanan kararlar kadar kötü ve yanlıştır. Ancak bunlar bu şekilde birilerinin kendini aklama çabasına alet edilmeden, objektif bir şekilde yapılmalı. Hem de bir an önce yapılmalı. Yoksa bunun gibi yazılar, kitaplar çıkmaya devam edecek, bu ülkede ne kadar iyi şey olmuşsa içinde büyük katkısı olan devrimciler hep hakaretlere mazur kalacaktır. Birde nedense bu tip kitap, araştırma ve yazılar sol hareketin yükseldiği, sosyalistlerin halkın içinde bir umud, bir alternatif olarak çıktığı zamanlarda ortaya çıkıyor ve hiçbir biçimde devleti suçlamadan, devlete toz kondurtmadan sadece sosyalistleri, devrimcileri suçluyor. Objektif bir biçimde araştırılması, sorgulanması gereken konularda bu şekilde birilerinin çıkarlarına heba ediliyor. Umarım bu konuda da, diğer bir çok konuda da objektif yayınlar çıkacaktır.

Şiir; Hüseyin Kaytan Levhalar Kitabı



22 Ağustos 2014 Cuma

Sol içi yüzleşme; Levon Ekmekçiyan idamı

Dünyanın cesur ulusları yoktu / cesur insanları vardı” der şair.

Levon Ekmekçiyan!

1980 Askeri darbesi sonrası gelişen onlarca idamdan sadece biri!

Ermeni bir devrimci.

Bir çok kişinin adını dahi anmadığı bir halkın evladı. ASALA'nın sağ yakalanan tek savaşçısı!

12 Eylül döneminde, bütün ülke de devrimcilere, muhaliflere saldırılar hat safhaya ulaşırken 2 ASALA üyesi, Ankara da yaptıkları eylemle dikkatleri üstlerine çekti. ASALA o güne kadar başka ülkelerde Türk bürokratlarına ve büyükelçilik binalarına bir çok eylem yapmışsa da, Türkiye de ilk eylemleriydi. Türkçe açılımı Ermenistan'ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu olan ASALA'nın hedefini ASALA liderlerinden Monte Melkonyan şöyle açıklıyordu:

“Farklı Ermeni akımları ve çevrelerinden gelen ve tüm topluluk-içi çatışmaları bir yana koyarak ASALA’da birleşen bizler, esas amacımıza… Batı Ermenistan’ı kurtarmak ve onu, bugünün özgür Sovyet Ermenistanı’yla birleştirerek bütünleşmiş ve devrimci bir Ermenistan’ın oluşturulmasına hizmet ediyoruz.” (Armenia, No. 131/13, 1986, s. 7, aktaran Michael M. Gunter, “Armenian Terrorism in the 20th Century”/ “20. Yüzyılda Ermeni Terörizmi”, Kış 2007) ABD Dışişleri Bakanlığı’nın aynı konuyu ele alan Patterns of Global Terrorism Report-1996 adlı yayınına göre ASALA’nın amacı, “Türk hükümetinin 1915’de 1.5 milyon Ermeninin ölümünden sorumlu olduğunu kamuoyu önünde kabul etmeye, tazminat ödemeye ve bir Ermeni yurdu için toprak vermeye zorlama”ktı. 1

Uzun bir süre Ermenistan da tutuklu kalan siyasi tutsak Sarkis Hatspanian ise, ASALA için 'Son yıllarda aydın ve demokrat olmanın neredeyse ‘olmazsa olmaz’ kıstası haline gelen ve hemen herkesin ağzında pek gözde bir sakıza dönüştürülen Ermeni davası ve 1915-1923 soykırımı konusunu, unutulmaya yüz tutan tozlu raflardan zorla çekip-indirerek, yaşadığımız dünyanın çözülmemiş sorunlar gündemine yeniden taşıyan gücün, 1885'ten günümüze dek varlığını koruyarak sürdüren 4 Ermeni politik partilerinden sırasıyla Armenagan-Ramgavar (sağ liberal), Sosyal-Demokrat Hınçak (sosyalist), Devrimci Federasyonu Taşnak (sosyalist) ve Komünist Partileri değil, tüm dünyada yükselen ulusal kurtuluş savaşlarından esinlenerek, uzun yıllar boyu Filistin Kurtuluş Örgütü bünyesinde (askersel araç-gereç kullanımı, silah eğitimleri, şehir gerillası saldırı-savunma biçimleri ve eylemlerinde teknik, lojistik alanlarda uzmanlaşma vb. gibi) çok aktif rol oynamış bir grup marxist genç insan tarafından 1975'te kurulan Ermeni örgütü ASALA olduğunu not etmek gerekmektedir.'' 2 diye yazıyordu.

Devletin resmi belgelerinde de, Levon Ekmekçiyan'ın ölüm kararı verilirken örgütün marksist-Leninist bir örgüt olduğu ve Türkiye'yi bölmeye yönelik bir programı olduğu belirtiliyordu.

Lübnan'ın Beyrut kentinde kurulan ve Marksist-Leninist görüşü benimseyen Ermeni Gizli Ordusu ASALA tarafından, örgüte mensup Levon Ekmekjian ve arkadaşı Zohrap Serkisyan, Türkiye de eylem düzenlemek, vatandaşlar ve görevlilerden rehin almak suretiyle Türk hükümetiyle pazarlığa girişmek için görevlendirilmişlerdir”3

ASALA içerisinde sağ yakalanan tek kişi Levon Ekmekçiyan'dır. Eylemlerinde son ana kadar çatışmayı sürdüren, son kalan kurşunlarını da kendilerine sıktıkları söylenen Ermeni devrimciler içerisinde, özellikle de Türkiye de yakalanmasından dolayı büyük bir öneme sahip olan Levon Ekmekçiyan'ı devlet çok önemsiyordu. Ama devlet tarafından bu kadar önemsenen bir devrimci nedense Türkiye devrimci hareketi tarafından uzun bir süre bilinçli ve bilinçsiz olarak hiç görülmedi. Ermeni bir örgütün üyesi olması, Ermenistan'ın kurtuluşu için savaşması bunda büyük bir etken oldu. Tıpkı halen Kürt devrimcilerine yaptıkları gibi, görmezden geldiler.

Levon Ekmekçiyan ve yoldaşı Zohrap Sarkisyan, Ankara Esenboğa Havaalanında, dönemin başbakanını kaçırmak için eylem yapmak isterken fark edildiklerinde orada güvenlik güçleri ile çatışmaya girdiler. O süreci Sarkis Hatspanian'ın anlatımı ile okuyalım;

Ankara’da gerçekleştirilmesi planlanan eylemin sadece tek bir hedefi vardı ve bu hedef cuntanın o dönemde başbakanı, emekli generallerden biri olan Bülent Ulusu’dan başkası değildi. “Eylem, Etimesgut askeri havaalanına inecek olan uçaktan şehre gidilecek yol güzergâhında mevzilenen 2 ayrı birim tarafından otomobil konvoyuna saldırı gerçekleştirmek üzere planlandığı halde, hiç hesapta olmayan bir nedenle son dakika da zorunlu bir değişikliğe uğramıştı. B. Ulusu’nun uçağının Etimesgut yerine Esenboğa’ya ineceğiyle ilgili bilgiyi geç edinenler, acilen oraya hareket etmiş, ama Esenboğa’ya vardıklarında, B. Ulusu’nun havaalanından uzaklaşmış olduğuyla ilgili bilgiden yoksun kalmışlar. İki gruptan biri havalimanının otoyol araçları çıkışında beklemekteyken, diğer birimdekiler hiç tanımadıkları havaalanında uçak pistine giden yönü aramaya çalışırlarken, onlardan birinin havaalanı güvenlik görevlilerince, omuzladığı içi silah dolu ağır çantasının şüphe uyandırması üzerine kontrole tabi tutulmak istendiğini gören diğer arkadaşının silahını çekip havaya ateşlemesiyle, yakınlarındaki yolcu salonuna doğru koşup kalabalığa karışmışlar. Bulundukları salonun iki girişine yakın durup olası saldırıya karşı mevzilenebilmek için de birbirlerinden ayrılmak zorunda kalmışlar.” Türkçe’yi iyi bir şekilde konuşabilen Zohrab’ın çatışma öncesinde havaalanındaki sivillere;

Biz sizin ASALA olarak duyduğunuz Ermenistan’ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu’nun neferleriyiz. Politik amaçlı askeri bir eylemde bulunmak için Ankara’da bulunuyoruz ve az sonra burayı kuşatma altına alarak, kan gölüne çevirmeye hazırlanan asker ve polis güçleriyle son kurşunumuza kadar çarpışarak şehit olmaya adayız. Ancak, hükümetleriniz tarafından size sunulduğu gibi gözü dönmüş caniler olmadığımızı bilmenizi istiyoruz. Biz, memleketi işgal altında bulunan bir halkın çocuklarıyız ve hedefimiz sadece Türk devletini temsil eden odaklara düzenlediğimiz saldırılarla, dünya ve insanlığın çığlığımızı duymasını istiyoruz. Batı Ermenistan’ı işgal eden Türk devleti düşmanımızdır, ama bu topraklarda yaşayan halklara karşı kesinlikle kin gütmüyoruz. Şu an, yanımızda burayı patlatıp, yok etmeye yetecek kadar cephane olduğu halde, masum halktan tek bir insana dahi zarar gelmesini istemediğimizin şahidi olacaksınız. Sizleri rehin alarak buradan özgürce uzaklaşmak için pazarlık malzemesi yapmayı bile düşünmediğimiz halde, canlarınızın vatandaşı olduğunuz devlet tarafından hiçbir kıymete değer bulunmadığını birazdan anlayacaksınız. O nedenle de burayı acilen terkedin ki kör kurşuna kurban giderek, devletinizin ASALA hakkında anlattığı yalanlara alet edilmeyesiniz. Biz askeriz ve sadece askere karşı dövüşmeyi biliriz”. Zohrab, dışarıdan açılan yaylım ateş yağmuruna cevap vermek niyetiyle bekleme salonunun oturaklarını siper edip mevzilendiği sıradaysa, Levon’un elindeki otomatik silahıyla havaya ateş ederek kendisine doğru koşarken vurulup yere düştüğünü görmüş. Paniğe kapılan insanların korku içinde düşe-kalka salonun sağ tarafındaki çıkış kapısına doğru kaçmaya çalıştığını gördüğünden, bir taraftan havaya ateş açarken, diğer taraftan da “bırakın insanlar dışarı çıksın, onların bizim aramızdaki hesapla ilgileri yok” diye bağırıyormuş. 4

Bu eylem, devletin yayın organlarında 'terörist saldırı' olarak görüldü. Devrimci basın ise o gün gördü mü, nasıl gördü bilmiyoruz ancak Levon Ekmekçiyan cezaevinde işkence altındayken devrimci örgütlerin tavırlarından dolayı bir çoğunun bu eylemi sahiplenmediğini anlayabiliyoruz. Yeniden Sarkis Hatspanian'ın anlattıklarına bakacak olursak, o gün yurtdışında bulunan Ermeni yayın organları dışında ne ülke içerisinde ne de ülke dışında hiçbir yayın organında Esenboğa eylemi ile alakalı bir bilgi bulunmamaktadır.

Genelde ASALA'nın tüm eylemleriyle ilgili olduğu gibi, özellikle de 7 Ağustos 1982 günü Ankara Esenboğa havaalanı eylemiyle ilgili olarak, ne sözümona herkesçe bilinen sansürlü ‘T.C.’ ve ne de dışarılarda ‘sansürsüz’ yayınlanabilen sağ ya da 'sol' basın-yayın organlarından hiçbirinde ne acıdır ki gerçeği yansıtan tek bir satır bile yazılıp, yayınlanmamıştır. Ancak o yıllarda değişik ülkelerde, Ermenice, Arapça, Farsça, Türkçe, Yunanca, Fransızca, İngilizce, Almanca dillerinde yayınlanan birçok Ermeni gazete ve dergilerinde yayınlanmış birçok makalede Esenboğa eylemi olabildiğince ayrıntılı yayınlanmış olduğundan, var olan o kaynaklarda olayın anlatımıyla çok yıllar sonra gecikmeli bile olsa tanışmak pek doğru olur. Aşağıdaki anlatım belki de Türkçe diliyle bunun ilk denemesi olup, özetle o günün gerçek yanını gösterme amacına hizmet etmek için derlenmiştir.”5

Cezaevindeyken her taraftan yalnız bırakılan, ailesi ile görüştürülmeyen Levon Ekmekçiyan, devletin bütün işkencecilerinin elinden geçmiştir. Yaşadığı işkencelerden dolayı itiraflarda bulunmuş, bu itiraflar bir çok gazetede manşetten verilmiştir.
Görüştürülen gazetecilerin çanak sorularına, ezberletilmiş cevapları veren Levon Ekmekçiyan ile alakalı dönemin gazetecilerinden A.Haydar Nergis'in anlatımları ise dikkat çekiçi;

Cünyet abi( Arcayürek), Güneş Gazetesi’nin Ankara Temsilcisiydi. Esenboğa Havalimanı’nı bombalamaktan idama mahkum edilen Ermeni kökenli Levon Ekmekçiyan’la gazetecilerin röportaj yapmalarına izin veriliyordu.
Gazetelerde, Levon Ekmekçiyan’ın kendini idamdan kurtulmak için Kenan Evren’e yalvarıp yakaran küçültücü ifadelerine yer veriliyordu.
Ben, röportajda, böyle ifadelere çanak tutan sorular sormadım. İki günlük röportajın ilk bölümü gazete çıktı, ikincisi yayımlanmadı. Ankara Sıkıyönetim Komutanı Recep Ergun, röportajı “fazla insani” bulmuştu. İkinci bölüm de yayınlanırsa beni gözaltına aldıracağını bildirmiş. Cüneyt abi, beni korumak için , haberim olmadan ikinci bölümü yayından çekmişti.“6

Başka bir yazar Samet Erdoğdu ise bu konu da daha ilginç bir noktaya değinmektedir;

“”Yani Ekmekçiyan ”küçültücü ifadelere” çanak tutan sorulara ”uygun” cevaplar verirken; bunlara çanak tutmayan sorulara normal cevaplar vermekte; küçültücü tutumlara kendiliğinden girmemektedir. Adeta ‘Pavlov’un köpeği’ gibi belli sinyaller karşısında belli davranışlarda bulunan, iradesini yitirmiş biri durumundadır. O türden sinyaller verilmediği takdirde, istenen davranışları göstermemektedir”7

Aslında bu çanak sorular, çanak sorulara verilen kalıp cevapların hepsi Levon Ekmekçiyan'ın sistematik bir işkenceden geçirildiğini, bu işkenceler sonucu bazı söylemlerin ezberletildiğini gösteriyor ki darbe döneminde cezaevlerinin birer işkence merkezine dönüştüğünü, burada bir çok devrimcinin işkencelerden dolayı itiraflarda bulunduğunu bilmeyenimiz yoktur. Darbe sürecinde Diyarbakır, Mamak, Ulucanlar cezaevlerinin birer işkence merkezi olmasını ise hiçbir şekilde red edemeyiz. Böyle bir işkence ortamında, hele ki sağ yakalanmış tek ASALA üyesinin işkencelerden nasibini almadığını düşünmek gerçekten utanç verici bir durum olurdu ki aslında böyle düşünenler de vardı. Sevda Kuran-Akdağ yazdığı bir yazı da Levon Ekmekçiyan ile alakalı şunları söylüyordu;

Onu havalandırmaya tek başına çıkarırlardı. İşkence falan etmezlerdi. Hep koyu takım elbise ya da koyu pantolon üzerinde beyaz gömleği ile çıkardı. Belki de hep aynı pantolon, aynı ceket, aynı gömlekti giydikleri. Yakınlarının görüşüne geldiklerini, buna cesaret edebildiklerini sanmıyorum. Belki de o mahkemede nedamet getirip pişmanlığını ilan ettiğinde şefkatli cunta yönetimi ona bu takım elbiseyi hediye etmişti. Bilmiyorum. Adı Levon Ekmekçiyan’dı. 12 Eylül Cunta´sı için bir hain ermeni, bir idamlıkdı
Havalandırmaya yapayalnız çıkarılan Ekmekçiyan´ın saçları hep muntazam taralı, duruşu, yürüyüşü bir filim yıldızı gibiydi. Cok yakışıklıydı. Öyle aman aman volta atmazdı. Bir iki yürür sonra havalandırma kapısına yakın bir yerde, duvarın dibinde, yüzü hafiften duvara dönük sigarasını içerdi. Ona bakan gözler olduğunu bilirdi. Boynu hep bükükdü. Sanki günler, geceler boyu duyduğu işkence seslerinden utanır gibiydi. Bazen başını kaldırıp etrafa bakışlar attığinda ‘çok havalı‘ diyebilirdiniz. Değildi. Bu onun doğal haliydi. Dedim ya bir filim yıldızı gibi. Hatta biraz Tarık Akan, biraz Kadir İnanır, biraz Fikret Hakan´dı. Başını öne eğdi mi utangaç, çocuk, mahçup Ekmekçiyan olurdu. Sigarasından derin bir nefes çekip bu gökyüzü hariç hertarafının beton olduğu havalandırmada bir tek bulutlara ya da mavi gökyüzüne derin derin bakardı. Sanki onları, o sonsuzluğu içine çekerdi sigara dumanı ile birlikte. Sonra başını mahçup, hüzünle yere eğip üflerdi dumanı. Mahkemelerdeki nedametini, utancını, özürünü üfler gibi.”8

Bu yazılanlar ile alakalı ise S. Hatspanian kendi bildikleri üzerinden cevap vermiştir. Ekmekçiyan'a uygulanan işkenceler konusunda detaylı açıklamalarda bulunan yazar, Sevda Kuran-Akdağ'ın söylediklerine cevap veriyordu. Bu cevaplar içerisinde en dikkat çekeni ise, Sevda Kuran-Akdağ'ın bilmediğini söyleyip yine de cuntanın verdiğini tahmin ettiği takım elbise ile alakalıydı. Hatspanian elbise ile alakalı ortaya atılan iddiaya karşın;
... hanımefendiyi eğer Levon Ekmekçiyan, yani 'elbisenin içindeki' insan yerine... Elbise meselesi ilgilendiriyor da kafasını kurcalıyorsa, o idamlık Ermeni'nin giydiği 'takım elbisesinin' dönemin İstanbul Ermeni Patriği sayın Şnorhk KALUSTYAN tarafından tedarik edildiğini, 29 yıl sonra bu yazıyla da olsa öğrenip, rahatlamasını diliyorum” 9 diye yazıyordu.

Bunların dışında asıl önemli olanlardan biri de Sarkis Hatspanian'ın Levon Ekmekçiyan'a uygulanan işkenceler ile ilgili yazdıklarıydı aslında. Devrimci örgütlerin önem vermediği, ihanetçilikle suçladığı, idama giderken görmezden geldiği, tepki göstermediği (10) Levon Ekmekçiyan için devlet fazlasıyla önem göstermiş, 5 aylık cezaevi sürecinin açıklamalara göre 3 ayını işkencelerde geçirmiştir. S.Hatspanian'ın bu konuyla ilgili anlattıklarına geçmeden önce bir ayrıntıya dikkat çekmek istiyorum. Türkiye devrimci hareketi tarafından ihanetlikle suçlanan, 12 Eylül askeri darbesi sürecinde yaşanan idamların anlatıldığı kitaba alınmayan (11), 78'liler federasyonu tarafından kurulan Utanç Müzesi'nde adı anılmayan Levon Ekmekçiyan'ın gerçekten birşeyleri itiraf ettiği muğlaklığını korumaktadır. Bilinen o dönem ASALA'nın ülke içerisindeki hiçbir bağlantısının veya hiçbir üyesinin Levon Ekmekçiyan'ın var olduğu söylenen itiraflarından dolayı yakalanmadığıdır. MİT bile ASALA eylemlerinden bahsederken hiçbir şekilde Levon Ekmekçiyan'ın “itiraflarından” bahsetmez.

Bu kısa notu da yazdıktan sonra Sarkis Hatspanian'ın işkenceler ile alakalı söylediklerini aktarabiliriz. Yazar, hem Sevda Kuran-Akdağ'ın “işkence görmemiş” iddialarına hem de diğer devrimci örgütlerin bu konuya bakışlarına bir cevap olarak yazdığı yazısında;

'Sorgulanmasını faşist cuntanın başı Kenan Evren’in damadı MİT'in yüksek dereceli memuru Erkan Gürvit üslenmişti. Bu kişi, 12 Eylül günlerini anlatımlarında ‘Ayrıca ben Esenboğa’da yakalanan Levon Ekmekçiyan’ı, yaralı ele geçen ASALA militanını üç ay sorgulayan tek kişiyim’ demenin ötesinde başka tek laf etmemiş olduğu halde,ABD'den getirildiği gizli tutulan 4 ayrı ‘sorgulama uzmanı’ tarafından 2 ay boyunca günde 24 saat özel haplar ve damardan şırıngalanan değişik kimyasal ilaçların denenip-kullanıldığı insanlık dışı bir işkence laboratuarının iğrenç tezgahından geçirilen Levon'un, sofistike elektronik aletler ve yalan makinesine bağlı halde bir kobay muamelesine maruz kalıp, ruhen fena halde hırpalandığı gerçeği çok gizli bir devlet sırrı olarak ‘Özel Harp Dairesi’ dosyalarında bile, en ‘TOP SECRET’ statüyle saklanmıştı.‘T.C’nin eline geçmiş ilk ve son ASALA esirinin ‘klasik olmayan’ yöntemlerle yapılan işkenceler sonucu 'kendini idrak edebilmekten yoksunluk ve bilincini kontrol etmede yeterlilik hali’ konusunda ciddi kuşkuları olduğunu belirten Avrupalı birkaç tıp uzmanının, onu ziyaret edip sağlık kontrolü yapmalarına izin verilmesi için defalarca başvurdukları Ankara'dan ret cevabı edinmeleri, pek doğal olarak var olan tüm şüphelerin doğrulanması anlamını taşıyordu. Buna, ‘T.C’ tarihinde ilk defa uygulanan kanunen yasak kimyasal yöntemlerin denendiği sorgulamalara maruz kalan ilk insanoğlunun Levon Ekmekçiyan olduğunu da ekleyecek olursak tüm soru işaretlerinin kalkmasını sağlamış oluruz sanırım.''12 diye yazarak işkence edilmedi iddialarına da cevap vermiştir.

Aslına bakılırsa, Levon Ekmekçiyan, bütün bu işkencelerin dışında manevi olarak büyük bir işkence sürecinden geçirilmiştir. Devlet tarafından tek kişilik hücreye hapsedilmiş, kimse ile konuşturulmamış, bütün gününü işkencecileri ile birlikte geçirmek zorunda bırakılmıştır. Bunun yanında bir de devrimci örgütlerin ondan uzak durması, onu dışlamaları bu manevi işkenceyi daha da katlanılmaz bir hale getirmiştir. Devlet, bilinçli bir şekilde devrimci ve ülkücü tutukluları aynı yerde tutarken Levon Ekmekçiyan'ı hepsinden ayrı bir hücreye koymuş, havalandırmaya bile tek başına çıkartmıştır. Bu kadar büyük bir işkence karşısında nasıl davranılması gerektiğini acaba onu 'çözüldü' diye eleştirenler biliyor muydu?

Hele ki, bir çok devrimci önder, militan polis işkencelerinde çözüldüğü, itirafcılaştırıldığı bir süreçte, bu kadar yoğun bir işkence sürecinden geçmek, hiç kimsenin katılmasına izin verilmediği bir mahkeme de tek celse de ölümüne karar verilmek ve kimse ile vedalaşmadan sessizce ölüme gideceğini bilmek!

Kısa bir hatırlatma daha yapalım; Levon Ekmekçiyan, o dönemin davalarının tersine tek celselik bir mahkeme de, ailesinin, yabancı insan hakları aktivistlerinin, basının katılmadığı – katılmasına izin vermişmediği- bir duruşma da ölüme mahkum edilmiştir. Devletin dediği gibi itirafçı olsaydı bu kadar çabuk bir şekilde idamına karar verilip, bunun uygulanması çok saçma olmaz mıydı! Ancak dönemin devrimci hareketlerinin, işkence de çözülmüş olmasını direk hainlik ile yaftaladığı onlarca devrimciyi sonradan 'iadeyi itibar' adıyla affettiğini de unutmamak gerekir.

Sevda Kuran-Akdağ'ın yazısı aslında bir çok açıdan Türkiye devrimci hareketinin eksikliklerini, sığlıklarını görmemizi de sağlıyor. Yazar, yazısının bir yerinde Levon Ekmekçiyan'ı sahiplenmemelerinin nedenini “uzak, çok uzak bir halkın çocuğu”(13) olmasına bağlıyor. Aynı yazı da kendisinden bahsederken Berlin'de doğmuş bir Dersimli olduğunu belirten yazar, Ekmekçiyan ile alakalı hiçbir araştırma bile yapma gereği duymadan onu ötekileştirmiş oluyor ancak S. Hatspanian bu konuya da açıklık getirerek, Ekmekçiyan'ın çokta uzak olmadığını ortaya çıkartıyor.
Levon Ekmekçiyan'ın, ... diğer tüm davaların ‘göbekten bağlı olduğu’ERMENİ DAVASINI ‘T.C.’ başkenti Ankara'ya kadar omuzlayıp-getirmiş Ermeni halkının yiğit evladı, mangal gibi yürek sahibi Adanalı” 14

Levon Ekmekçiyan'ın itirafçı olarak yaftalanması ise en hafifiyle yüz kızartıcı bir durumdur. Darbenin bütün muhalif hareketleri susturduğu, her yerde güç gösterisi yaptığı bir dönemde, sırf devrimci hareketlere bir moral, tutsaklara bir umut olmak için yapılan Esenboğa eylemi sonrası sadece Levon Ekmekçiyan değil, ülke de ki Ermeni cemaati de büyük bir baskı altına alınmıştır. Cemaati korumak amacıyla ''TC'ye bağlılığını'' kanıtlama gereği duyan Artin Penik 10 Ağustos 1982'de Taksim Meydanı'nda kendisini yakmış ve güya ''ASALA teröristlerine lanet'' okumuştur. Artin Penik bu eylem sonrasında ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılmış ancak kurtarılamayarak 15 Ağustos günü yaşamını yitirmiştir. Bu olay üzerine basın, Ermeni cemaatinin de ASALA'yı lanetlediği üzerine yazılar yayınlamış, Artin Penik'in son mektubunu yayınlamıştır ancak bu kendini yakma eyleminin bireysel mi yoksa Ermeni Cemaati kararı ile mi olduğu halen muğlaklığını korumaktadır. Ki o dönemi yaşayan ve Levon Ekmekçiyan ile de konuşma fırsatı bulan ancak röportajı 'çok insani' olduğu gerekçesi ile sıkıyönetim tarafından yayınlanmayan gazeteci Ali Haydar Nergiz, bir yazısında dönemin ruhunu çok net anlatıyordu.

Yazı 12 Eylül döneminde Fatmagül Berktay'ın Kenan Evren'e tercümanlık yaptığını ileri süren birilerinin bu iftirasına bir cevap niteliğinde. Yazının bizi ilgilendiren pasajları ise şöyle:
O yıllarda, Güneş Gazetesi’nin sıkıyönetim muhabiri olarak birçok kez röportaj yapmaya gittiğim Mamak Askeri Cezaevi’ndeki tutukluların durumunu çok iyi biliyorum.
...
Cünyet abi (Arcayürek), Güneş Gazetesi’nin Ankara temsilcisiydi. Esenboğa Havalimanı’nı bombalamaktan idama mahkum edilen Ermeni kökenli Levon Ekmekçiyan’la gazetecilerin röportaj yapmalarına izin veriliyordu. Gazetelerde, Levon Ekmekçiyan’ın kendini idamdan kurtarmak için Kenan Evren’e yalvarıp yakaran küçültücü ifadelerine yer veriliyordu. Ben, röportajda, böyle ifadelere çanak tutan sorular sormadım. İki günlük röportajın ilk bölümü gazetede çıktı, ikincisi yayımlanmadı. Ankara Sıkıyönetim Komutanı Recep Ergün, röportajı ‘fazla insani’ bulmuştu. İkinci bölüm de yayınlanırsa beni gözaltına aldıracağını bildirmiş. Cüneyt abi, beni korumak için, haberim olmadan ikinci bölümü yayından çekmişti.
Bunları, darbe ortamında cezaevindeki insanların hangi koşullarda olduklarını anlatmak için yazıyorum... Eğer, Fatmagül, o koşullarda Kenan Evren’e tercümanlık yapmışsa bile bunu yadırgamıyorum. Başka türlüsü mümkün olamazdı. Adama cop sokarlardı, cop! Sokuyorlardı da!”15

Böyle bir dönemde, sadece muhalifler değil herkesin üzerinde büyük bir baskı varken ve devrimci hareket içerisinde yüzlerce insan işkencelere dayanamayarak itirafnameleri imzalarken Levon Ekmekçiyan'a yapılanları görmezden gelmenin bir açıklaması olduğunu sanmıyorum.

Levon Ekmekçiyan, 12 Eylül Askeri Darbesi döneminde, tek bir yaprağın dahi kımıldamadığı bir süreçte Zohrap Sarkisyan adlı bir yoldaşı ile birlikte bu sessizliğe tepki olmak, umudun hiçbir şekilde bitmediğini göstermek için dönemin başbakanına bir suikast girişiminde bulundular. Eylem başarısızlıkla sonuçlandı. Zohrap çatışma da yaşamını yitirdi, Levon yakalandı. Basının 'Esenboğa Katliamı' olarak verdiği olayda 8 kişi yaşamını yitirdi, 70 kişi yaralandı. Yaşamını yitirenlerin kaçının güvenlik güçlerinden olduğu söylenmedi ancak yaşamını yitiren yurttaşların da Zohrap ve Levon'un kullandığı silahlarla öldürüldüğü de ispatlanamadı. Zaten Levon çatışmanın ilk dakikalarında yaralandığı için silahını kullandığı da bilinmiyor. Çatışmayı içlerinde TRT kameramasının da bulunduğu 7 kamera çekti ancak görüntüler hiçbir şekilde ortaya çıkmadı -ki devletin o görüntülerle oynayacağı da bilinmelidir- Zohrap Sarkisyan ve Levon Ekmekçiyan'ın üzerine yıkılmak istenen ölümlerin hiçbirinde bu iki Ermeni devrimcinin parmağı olduğu ispatlanamadı ancak nedense Türkiye devrimci hareketi bu ölümlerin bu iki devrimcinin üzerine yıkılmasına sessiz kaldı. Sağ yakalanan tek ASALA üyesi olan Levon Ekmekçiyan ise sayısız işkenceden geçirildi, devlet ve devrimciler tarafından tecrit edildi, yalnız bırakıldı. Halen de yalnız bırakılmakta. Bu durum, Türkiye devrimci hareketi için büyük bir utanç kaynağıdır! Öyle de olmaya devam edecektir.

Levon Ekmekçiyan'ın mezarı yıllar sonra ortaya ailesinin mezarı istemesi üzerine ortaya çıkmıştır. Sabah gazetesinde çıkan habere göre mezar Cebeci Asri Mezarlığında ancak mezarın yerini kayıtlarda yazılan bilgilere bakarak bulunabiliniyor çünkü o dönem bir tepki ile karşılaşılmaması için mezarın yerini belli edecek bir taş veya tahta konulamış. (16)

Türkiye devrimci hareketi tarihi, şanlı direnişlerin yanında bu şekilde var olan büyük utançlarla doludur. Umarım birgün yüzleşilir. Birgün Levon Ekmekçiyan bu ülkenin tarihindeki onurlu yerini tekrar alır.
Kısa bir not: Darbeci general Kenan Evren'in ünlü “Asmayalım da besleyelim mi” sözü de, Levon Ekmekçiyan idamı için söylenmiştir.












11 O Şafağın Atlıları Belge Yayınları















20 Ağustos 2014 Çarşamba

Lice de Türkler neredeydi? / Bir heykelin Gezi'ye yansımaları

İlk gençlik yıllarımda Kürt hareketinden tanıştığım arkadaşların söyledikleri bir şarkı çok dikkatimi çekmişti. Şarkının bir yerinde;
“Diyarbakır meydanına Mazlum Doğan anıtını / Yanına da Kemal Pir'i dikene kadar savaşırız” deniyordu. O zamanlar bu sözler üzerine çok tartışmıştık.
Heykeller iki türde dikilirler. Birisi iktidarın isteği doğrultusunda dikilen ve halkın değil iktidarın isteklerini dile getiren heykeller, diğeri ise halkın istekleri doğrultusunda dikilenlerdir. Heykelleri sadece baskıcı rejimlerin bir göstergesi, bir güç gösterisi olarak görmek, bu yüzden çok yanlış ve sakat bir tutumdur.
Sovyetler de, Küba da devrim kahramanlarının, önderlerinin heykellerinin olması onları putlaştıran bir anlayış değildir, olamaz da!
Heykeller, eğer halk tarafından dikildiyse bir anlamı vardır. Bir halkın isteği doğrultusunda yapılan bütün eserler anlamları, önemleri olan eserlerdir. Mahsum Korkmaz heykeli de bu anlamda doğru ve yerinde bir karar ile dikilmiştir. Kürt halkı üzerinde yaşanan faşizme karşı ilk kurşunu sıkan biri olarak, Kürt halkı şahsında büyük bir öneme sahip olan birinin heykelinin, özellikle 30 yılı aşkın süredir devam eden bu savaş sırasında yaşamını yitiren gerilla ve Kürt direnişçilerinin mezarlarının olduğu bir alana dikilmesi kadar normal bir durum yoktur. Bunu tartışmak bile çok gereksiz bir durumdur.
Tıpkı İstanbul da bir belediye tarafından açılan bir parka ismi verilen ve park alanına büyük bir heykeli dikilen Deniz Gezmiş gibi!
Ya da Küba da bulunan Che Guevera heykeli gibi!
Bunlar ne kadar normal ve doğru ise, Mahsum Korkmaz heykelinin de olması o kadar normal ve doğrudur.
Ama tam da sıkıntı burada çıkıyor. Deniz Gezmiş için normal görülen bir durum işin içine Kürtler karışınca anormal bir hal alıyor. Oysa ikisi de silahlı devrimciler olan bu iki insanın da heykelinin olmasında sıkıntı olmaması gerekli. Bir heykel yıkımının, ülke de kimin hangi yönde olduğunu bu kadar açık göstereceğini kime söylesen inanmazdı. Mahsum Korkmaz heykeli, özellikle Gezi direnişi sonrası ortaya çıkan bütün söylemlerin sahiciliğinin test edildiği, kimin dürüst, kimin yalancı olduğunun açığa çıktığı bir heykel oldu. Öyle sözler, yazılar okuduk ki bu dört gün içerisinde, ya biz solu yanlış anladık ya da yazanlar!
Heykel tapınmaktır diye yazıyor biri!
İşte bak militartistliğiniz ortaya çıktı diye devam ediyor başka biri!
Devrimcinin heykeli mi dikilir diye ekliyor başka biri!
Koruyamıyorsanız, dikmeyeceksiniz diyerek akıl vermeye başlıyor yakınlarda durduğunu söyleyen biri!
Kim dikti diye soruyor başka biri de, diken bilmiyor muydu böyle olacağını, bu tam bir provakasyon diye de ekliyor!
Kürt hareketini, Kürt halkının dinamiklerini az çok bilenler, bu halkın heykel meraklısı olmadığını, zırt pırt birilerini putlaştırmaya hiç meraklı olmadığını, herşeyi yoğun bir şekilde tartıştıklarını, yaptıkları bir eylemi ise bütün nedenleri ile savunabildiklerini bilirler.
Sağcıları, devlet yanlılarını bir kenara bırakmak gerek burada. Onların söylemleri zaten hiç değişmedi ancak kendilerine sol diyen, sosyalizmden dem vuran, kardeşlikten dem vuran onlarca insanın, partinin, örgütün tavırları gerçekten göz yaşartıcıydı.
Selahattin Demirtaş Gezi direnişi sırasında, darbe yanlısı insanlardan bahsettiğinde neredeyse Kürt hareketini eleştirmeyen, Kürt hareketine vurmayan kimse kalmamıştı. Ancak Mahsum Korkmaz heykelinin dikilişi ve yıkımı sırasında ki tepkilere bakıldığında Gezi direnişi sırasındaki o orduseverlerin hepsi çok net ortaya çıktı.
Karşı çıkanların en yoğun olduğu iki söylem vardı, birincisi; devrimcinin heykeli mi dikilir, ikincisi; Mahsum Korkmaz ilk silahlı eylemin komutanıydı bu Kürt hareketinin barış söylemiyle çelişiyor.
Devrimcinin heykeli mi dikilir gibi bir söylemle Kürt hareketine saldırmak kadar saçma bir durum olamaz. Arkadaş, bu ülkenin bile bir çok yerinde bir çok devrimcinin heykeli, büstü, posteri var. Onlar bir sorun teşkil etmiyorda Mahsum Korkmaz mı sorun oluyor. İstanbul da bir belediyenin açtığı parkta büyük bir Deniz Gezmiş heykeli sorun olmuyor, ya da yine İstanbul da, başka bir belediyenin Gezi direnişi sırasında yaşamını yitirenler adına açtığı parkta Gezi de yaşamını yitirenlerin silüetlerinin olduğu anıt dikmesi hiçbir sorun olmuyor mu?
Bir gerillanın heykeli neden dikiliyor, nerede anti-militarist söylemleriniz gibi bir eleştiri ile gelenlerinde Kürt halk dinamiklerinden bi-haber olduğu söylenebilir. Lice PKK'nin kurulduğu yer ve heykelin dikildiği alan 1984 yılından bugüne kadar sürdürülen savaşta Lice nazarında yaşamını yitiren gerilla ve Kürt direnişçilerin olduğu mezarlık. Buraya yapılan bir anıtta, Kürt halkı üzerinde katlanarak sürdürülen faşizme ilk kurşunu atan bir komutanın heykelinin dikilmesi kadar normal bir durum olamaz!
Aslında bunlardan da kötü olan, Lice de, Kürdistan'ın tarihi katliamlarla dolu bir kentinde yeni bir katliam girişimi yapılırken ısrarla akıl vericilik işine bulaşılmasıydı. Herkes bir yerden olayı çekiştiriyor, orada yaşanan katliama değil de, Kürtlere saldırıyor, onlara akıllar veriyor, siyasi analizler, çözümlemeler yapıyorlardı. Bunu öyle bir hırsla, iştahla yapıyorlardı ki, bir süre sonra farkettim ki kimse ölen gençten, onun cenazesinden, o cenazeye gelen insanların acılarından hiç bahsetmiyor. Ömründe Lice'yi görmeyen onlarca insan orada direnen Kürtlere akıllar veriyordu.
Mahsum Korkmaz heykeli, açılışından asker tarafından yıkıldığı döneme kadar olan kısa bir süre de kimin ne olduğunu, nerede durduğunu o kadar açık gösterdi ki, artık bundan sonra insanların mesela hiçbir şekilde 'Kürtler Gezi de darbeciler vardı' sözü üzerinden hiçbir propaganda yapamamaları lazım. 'Biz Kürtleri çok iyi anladık' gibi duygusal, içi boş bir söylem üzerinden konuşmamaları lazım. Bir heykel, bütün söylemlerin doğru olup olmadığını çok açık hepimize gösterdi.
Neyse son söz olarak, Gezi direnişi sırasında çokça sorulan bir soruyu biraz değiştirip soralım;

“Lice de katliam girişimi ve direniş vardı, Türkler neredeydi?”

18 Ağustos 2014 Pazartesi

'Ben Türk yazar okumuyorum' Türkiye de okuyucu profili

Türkiye de kitap okuma oranlarını kime sorsak çok düşük olduğundan, kimsenin kitap okumadığından bahseder ama aslında olay bunun tam tersidir. Bu ülke de yaşayan herkes ömründe en az üç kitap okumuştur. Sorun okunan kitaptan çok, kitabın niteliğidir aslında. Zaten son dönem kitapların yaptıkları baskı adetlerine, ilk baskılarının kaç adet çıktığına bakılırsa kitap olarak okunma oranının çokluğu ortaya çıkacaktır.
Sorun da tam burada ortaya çıkıyor. Kitap çok okunuyor ancak nitelik olarak ciddi bir seviye düşmesi söz konusu oluyor.
2012 yılında en çok satan kitaplar listesine baktığımızda ilk on içerisinde, edebi anlamda da bir kaç tane iyi kitap bulabilsekte, araştırma ve inceleme bakımından hiçbir nitelikli kitap bulamıyoruz.
Aslına bakılırsa, her toplum içinde bulunduğu yaşamın onu yönlendirdiklerini yapıyor. Türkiye de de bu durum hiçbir şekilde değişmedi. Eskiden kitap okuma oranlarının düşüklüğünden, insanların kitap okumadığından bahsedilen bir coğrafya da artık kitap okunmadığından değil, okunan kitabın ne kadar insana yararlı olup olmadığından bahsediliyor.
Yaşar Kemal İnce Memed kitabını bu dönemde yazmaya başlasaydı insanların tepkilerinden dolayı üzülürdü. İlk başta, kimse artık bir kitab için kaç cilt olup olmadığını soruyor. Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, dilimizde, kitaplarımız gibi bozuluyor.
Bir kitabın 'kaç cilt' değil, 'kaç seri' olduğunu soran bir nesil var karşımızda. 'Serili mi bu?' şeklinde sorular soran, 'bana çok serili kitap ver' diye önerilerle gelen bir okuyucu profili oluşuyor.
Artık kitabın niteliği, verdiği bilgiden çok, okuyucunun isteği doğrultusunda bilgi vermesi makbûle geçiyor. Okuyucu bir kitap için edebi yönüne ya da bilgi yönüne hiçbir şekilde bakamaz hale geldi. Aslına bakarsanız bu konuda insanların kitapçılardan istediklerini okursanız ne anlatmak istediğimi anlarsınız.
"Bana bir kitap ver, içinde aşk olsun, savaş olsun!"
"Bana bir kitap versin aksın gitsin"
"Sürükleyici bir kitap istiyorum"
"Kafama göre kitap ver bana"
"Kafamı boşaltmak istiyorum, ona göre kitap verir misin"
"Ne önerirsin bana!"
"Aşk romanı istiyorum ama sonu mutlu bitsin"
"Ben Türk yazar okuyamıyorum, yabancı ver ama yabancı kelime olmasın"
Bunlar gibi bir çok örnek ile destekleyeceğimiz bu durum aslında son dönemde yaşanan kültürel yozlaşmanın da geldiği noktayı göstermesi açısından önemli örneklerdir. Dil ile başlayıp, giyim kuşama ve düşünme şekline kadar tamamen yozlaşmış bir toplum haline gelmek üzereyiz.
Son dönem çok satanlar listesinde bulunan ve 'diz üstü edebiyat' gibi bir ad altında çıkan kitaplara, orada yazılanlara baktığımızda da bu yozlaşmanın geldiği noktayı görebiliriz. Küfür ve cinsiyetçiliğin, kadın ve erkeğe sistemin verdiği roller üzerinden anlatımların olduğu kitaplar hem dil olarak hem içerik olarak çok kötü durumdadırlar. Bunların yanısıra, satılan kitapların anlattıkları incelendiğinde kitaplar üzerinde gelişen yozlaşmanın boyutu da gözükecektir.
En çok satanlar listesinde uzun bir süre duran ve filmleri de çekilen 'Alacakaranlık' ve devam kitapları incelendiğinde, binlerce sayfa da anlatılan hiçbir şey olmadığı, günlük hayatta sistemin kadın ve erkeğe biçtiği rollerin insanların beynine iyice empoze edildiği görülmektedir.
İnsanlar, sistemin onlara verdiği kalıplar içerisinde yaşamaya itilmekte, bunun için her yol denenmektedir. Kitap ise, bunu insanların beynine empoze etmek için en geçerli ve doğru yolların başına gelir. İnsanlar kitabı günlük hayattan kopmak, gerçeklerden kaçmak için kullanmaya başladıkları andan itibaren, geri yönde bir değişim içine girmeye başlamışlardır. Kapitalizmin depresyona soktuğu günümüz insanı bu yoldan kurtulmak için 'kişisel gelişim' adı altında kitaplar almakta, onlarından medet ummaktadır. Sorunun temeline inmek yerine, bireyciliği, bencilliği geliştiren, 'sen güçlüsün, sen iyisin, sen yaparsın, sende hiçbir sorun yok' gibi söylemlerle insanların yüzleşmelerini engelleyen bu kitapların okuyucu kitlesi o kadar çoktur ki, gerçek anlamda insanın mutsuzluğunun nedenlerine inen kitaplar, öğretiler hiçbir şekilde ilgi görmemektedir. Kişisel gelişim kitaplarının yetmediği, insanları tatmin etmediği yerde de devreye insanları gereksiz hayallere sürükleyecek, düşünmelerini, sorgulamalarını engelleyecek kitaplar giriyor. Son yıllarda iyice göze batan durumda bundan ibarettir.
Son olarak kitapçılarda yaşanılan diyaloglar ise artık durumun ne kadar kötü olduğunu gösteriyor.
- ne kadar tuttu
- 17 lira hanımefendi
- buyrun (parayı verir yürümeye başlar)
- hanımefendi
- hanımefendi..
- hanımefendi (yanına yaklaşıp omzuna dokundum)
- benim kocam var.
- !!!! kocanıza selam söyleyim o zaman, bu paranızın üstü!
-....
.............
- kitap var mı sizde
- hangi kitabı arıyosunuz
- kitap çeşitleri de mi oluyo?
- konularına göre değişiyo işte
- her konudan ver işte
- heeeee... ortaya karışık yapayım o zaman ben
- işte öyle bişey yap
................
- açlık oyunları var mı?
- var
- 2., 3.cüsü var mı?
- var.
- güneşi uyandıralım var mı?
- var
- dilefişek var mı?
- var
- hayvan mezarlığı var mı?
- baskısı yok
- olsa alırdım bak. onu çok arıyordum, her yerde aradım, kesin alırdım.
- bi tane varmış, buyrun.
- heee... kapağının kenarı kırışmış, yoksa kesin alırdım.
................
-ben bir kitap arıyorum
- nasıl bir kitap efendim
- şöyle içinde aşk olsun, savaş olsun, cinayet olsun, adamın biri ata binsin, elinde kılıç olsun tey tey tey gitsin
- heee. o zaman biraz bekleyin de yazayım getireyim
.................
-iyi günler
- buyurun efendim
- siz mi bakıyorsunuz
- evet
- siz kimi kandırıyorsunuz
- ne! Nasıl!
- siz kimi kandırıyorusunuz
- yok ben bakmıyorum
- siz kimi kandırıyorsunuz
- valla ben bakmıyorum, arkadaş bakıyor.
- beyefendi, siz kimi kandırıyorsunuz kitabı ne kadar?
- heeeeeee
...........
-ben bi kitap arıyorum, böyle büyülü türk kitabı
- bi bakayım da öyle bir kitap yok galiba
- ya işte büyülü çocuk var, büyü yapıyo türk
- ismini biliyor musunuz hanımefendi ya dur bi arayayım
- ..
- hary potter ismi
- o türk mü?
- televizyon da Türkçe konuşuyodu ama.
..........
-iyi günler, sizde yaprak dökümü var mı?
- buyurun hanımefendi
- ama ince bu, dizisi çok uzun
- diziyi uzattılarsa eğer!
............
-iyi günler yaprak dökümü var mı?
- buyurun efendim
- bu ince ben kalınını istiyorum
- kitap bu kdar hanımefendi
- ben gördüm kalındı bu..
- ben hiç görmedim ama
- siz bilmiyorsunuz kalındı kitabı.
..........
-kitapçı mı burası
- evet buyrum
- ben kitap arıyorum ama adını bilmiyorum
- yazarını hatırlıyor musunuz?
- ya iş kırmızı bi kitaptı. Var mı öyle bi kitap!
.......
-iyi günler bana kitap lazım!
- nasıl bi kitap hanımefendi?
- ya işte şöyle mavi ya da kırmızı elbiseme uysun

@hayritunc

Linç kültürü ve toplumsal hassasiyetler üzerine notlar

Geniş bir yelpaze de toplumsal hassasiyetleri olan, her yerden hassaslaşan bir toplumun içinde yaşıyoruz. Kişilere kadar düşmüş bir hassasiyet listesinin olduğunu da biliyoruz mesela.
Her birey kendi hassasiyetleri üzerinden bir dünya kurarak yaşamaya çalışıyor. A kişisinin yanında bahsetmediğimiz konuları ve görüşleri B kişisinin yanında çok rahat bir şekilde bahsedebiliyoruz. Eskilerin söylemi ile “nabza göre şerbet” vererek yaşamaya uğraşıyoruz.
Çoklu kişilik bölünmesi olarak gösterilen bir hastalığı, çok rahat bir şekilde, hiçbir sorun veya sıkıntı duymadan yaşayabiliyoruz.
Toplumsal hassasiyetleri olan bir toplumuz vesselam! Her yanımızda, her anımızda bir hassasiyet, bir duygusal durum arzı endam ediyor. Ama öyle bir hassasiyetler listesi var ki elimizin altında, neredeyse nefes almamız bile birilerinin toplumsal hassasiyetlerine çok ters bir duruma tekabûl edilebiliyor.
Bir şeyi sorgulamak, birilerinin güzel dediğine 'hayır' diyebilmek ciddi anlamda içinde bulunduğumuz toplumdan aforoz edilmenize, hakaret yemenize, tehdit edilmenize denk gelen bir etkileşimi beraberinde getiriyor çünkü toplum olarak hassas bir toplumuz ve bu hassaslığımızın bozulmasını da hiç istemiyoruz.
Bu düşünmemek, anlık, hesapsız tepkiler vermekten kaynaklıdır aslında bugün ülkenin, insanların kötü gidişatı.
Aziz Yıldırım mesela; çıkar savaşlarından dolayı zıt gittiği iktidar tarafından bir süre tutuklanıp, serbet bırakıldığında 1000 operasyon yapmakla övünen, bir çok devrimcinin, onurlu insanın kanını ellerinde taşıyan Mehmet Ağar'ı ziyarete gidebiliyor.
Gezi direnişi sırasında sahibi oldukları otelin kapılarını açtı diye neredeyse devrimci ilan edilecek Koç ailesi bir süre sonra bir fabrika açılışını başbakana yaptırabiliyor.
Yine Gezi direnişine destek veren, ilk günler açıklamalar yapan hatta parka gelen bir çok 'ünlü' kişinin sonradan çok rahat bir şekilde değiştiğini görebiliyoruz.
Değişmek demeyelim aslında, özüne dönüyorlar. Geçmişlerine ihanet etmiyorlar.
İnsanlar geçmişleri ile vardır! Geçmişte yaptıkları ile vardır. Bunları bilerek hareket etmek, bunlara göre insanların yaptıklarını düşünmek gerekir.
Bugün, sırf yazdıklarını begenmediği için saldırılan, hakaretlere, tehditlere maruz kalan insanlar ile sizin aranızda hiçbir fark yok. Olmayacak da!
Değişik bir yandan bakalım bir de olaya, hazır geçmiş demişken!
Yalan olduğu her yerinden, her satırından belli olan bir gazete haberinden dolayı birini yargılamak, onu mahkum etmekte en basit deyimle cahilliğin nasıl içselleştirildiğini göstermektedir. Hiçbir kanıta dayanmayan ve her alanda yalan olduğu ispatlanan iddialar üzerinden birine saldırmak, hakaret etmek ama hiçbir şekil ve ad altında yazılanlara cevap verememekte insanın düşürüldüğü durumu göstermesi açısından önemlidir.
Yalan kötü birşeydir ama insanlar istediklerini duyduktan sonra onun yalan olmasının bir önemi olmuyor. Öyle bir hale getirildi ki insanlar, sırf galip gelmek adına herşeyi mübah sanıyorlar. Bu düşünceden dolayı da bu şekilde haraket ediyorla.
Fırsatçılıkla suçlanmak ise, aslında yazının okunmadığını, ezberden, birilerinin sözlerinden etkilenerek hakaretler edildiğini göstermektedir. Bu yazıyı yazana kadar tanımadığımı, ilgilenmediğimi daha ilk cümle de yazmama rağmen böyle bir eleştiriye maruz kalmak da aynı cahilliğin ürünüdür.
Birine öldükten sonra neden kötü denmez!
Bana bunun üzerinden gelip dayıma küfür edenlere ne demeli!
Sırf siz seviyorsunuz diye ona kötü diyememek, sırf sevdiğinizi söylediğiniz için onu eleştirememek, onunla alakalı tek bir yanlışını dahi söyleyememek!
Biat etmek düşünmemenin ürünüdür! Biat eden insan, biat ettiği kişi, örgüt ne varsa onu körü körüne savunan, onun eksikliklerini, yanlışlıklarını bilse dahi görmezden gelen insandır. Zaten biat etmek, köle olmak anlamıyla eş değer bir cümledir. Bu kadar saldırı ve hakaretin ortasında kalan bir gerçektir aslında söylediklerim.
Araya kısa bir not koyalım; doğru ve gerçek birbirinden ayrılan, birbirine hiç benzemeyen iki kavramdır. Bilim, herkesin bir doğrusu olduğunu söylerken gerçeğin sadece bir tane olduğunu, değiştirilemeyeceğini savunur. Herkes birşeylere inanır, inanmak için çabalar ancak nereye gizlerseniz gizleyin, elbet birgün gerçek gelir sizi bulur!
Benim üzerimden oy verdiğim partiye ve yazı yazdığım mecraya yönelik saldırılar ise tam anlamıyla fırsatçılıktır! İçindeki kini kusmaya bahane olmuştur yazdıklarım birileri için. Bunlar başlı başına anlamadan haraket etmenin ürünüdür.
Biraz daha ılımlı olanlar da var aslında. 'Tamam öyle olabilir ama sen bunu her yerde dillendirme' diye söze girip, olayların üstünü kapatmaya çalışan mesela. Öyle bir hale getirilmiş ki insanlık, gerçekleri sırf duymak istemedikleri için gizlemeye çalışan insanlar var artık!
Mitte çalışıyor diye işkenceci mi diye soruyordu bazıları da!
Evet!
Hele ki, darbe sürecinde, sosyalist, muhalif kim varsa toplandığı, işkencelerden geçirildiği bir süreçte, işkencelerin baş mimarlarından olan bir kurumda, yönetici olmak tam anlamıyla işkenceci olmaktır!
Kimse kusura bakmasın ama, sıradan birini bu kadar kolay büyük bir spor kulübünün başına geçirmezlerdi!
Bir holdingten ayrılıp başkan olmadı Seba, adı işkenceler, gözaltında kayıplar, ülke çıkarları için savaş çıkartmaya kadar düşünülen planlarla anılan bir kurumda yöneticiyken başkan oldu!
Öyle bir iktidar tarafından yönetiliyoruz ki; geçmişten beri faşist olan insanlara bile sırf bu iktidara karşı oldukları için demokrat gözüyle bakılabiliniyor. Hatta öyle görmekle kalınmayıp, o insanlar geçmişleri hiç olmamış gibi, hiç yokmuş gibi savunulabiliniyor. Bunu söyleyen kim olursa olsun hemen saldırıya uğrayıp, susturulmak istenebiliyor.
Linç eden insan düşünmez, yaptığının doğruluğunu veya yanlışlığını tartmaz. Sadece linç eder. Dünden beri yoğun bir linç politikasına maruz kaldım. Devam da edecek biliyorum. Ölünün arkasından konuşulmaz diyerek dayıma küfür edende, yalan bir haberden dolayı saldıran da, tehdit eden de hep aynı linç tayfasının ürünü. Linç eden insanların çoğu sabah kalkıp köle olarak çalıştıkları işlerine gidecekler, patronun hakaretlerine maruz kalacaklar. Ama susacaklar. Ezilmişliği, çaresizliği dibine kadar yaşayacaklar. Ama yine de ses edemeyecekler. Edemeyecekler. Belki patronları da onların savunduklarına küfür edecek ama para için, geçinmek zorunda oldukları için bütün herşeye göz yumacaklar. Çıkarı olmadığı insanı hemen ezen, ezmek için elinden geleni yapan insan çıkarları için ruhuna kadar ipotek koyan kişiye zerre kılını kıpırdatmayacak!
Keşke beni linç etmeye, saldırmaya harcadıkları öfkeyi hayatlarını düzeltmek için mücadeleye harcasalardı. Belki yarın daha güzel olurdu onlar için.
Zamanın birinde Kürtçe şarkı söylemek istediğini açıkladığı için linç edilen ama sonra ki yıllarda aynı kalabalıkta bulunan insanlar tarafından methiyeler dizilen Ahmet Kaya'nın söylemiyle;
“Nerden baksan tutarsızlık / nerden baksan ahmakça”
Süleyman Seba ile alakalı bir kaç yazı
http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/arkandan-aglamiyoruz-seba
http://www.sendika.org/2014/08/suleyman-seba-kalabaligi-metin-kurt-yalnizligi-ozan-horoz/
http://blog.radikal.com.tr//spor/hayri-tunca-cevap-ya-da-gozyasimi-siler-misin-kardes-69582

@hayritunc